HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

Gençlik ve akademi isyanda: "Biz bu oyunu bozarız!"

Öğrenci Kolektifleri, Genç-Sen, TKP’li öğrenciler ve Gençlik Muhalefeti “YÖK’ün kuruluşunun 31. yılında 9 Kasım’da Ankara’da olacak. Üniv...

Öğrenci Kolektifleri, Genç-Sen, TKP’li öğrenciler ve Gençlik Muhalefeti “YÖK’ün kuruluşunun 31. yılında 9 Kasım’da Ankara’da olacak. Üniversite bileşenlerini bir araya getirme iddiasıyla örgütlenen miting öncesinde İstanbul Öğrenci Kolektifleri’nden Cihan Uyanık, Ankara Öğrenci Kolektifleri’nden Çağdaş Ömür Ersoy ile görüştük. 9 Kasım’da neden Ankara’da buluşma kararı aldıklarını anlatan Kolektifçilere Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nı da sorduk. Tasarıyı ve akademisyenlerin ne yapması gerektiğini de İstanbul Eğitim-Sen 6 No’lu Şube Başkanı İsmet Akça, İTÜ’de direnişte olan akademisyenlerden Gonca Tohumcu ve Marmara Üniversitesi’nden Yardımcı Doçent Meryem Kıroğlu ile konuştuk 

9 Kasım’da Ankara’da 

Yıllardır böylesi bir araya geliş olmadı. Bunun nedenleri neler? 

Cihan Uyanık: Gençlik hareketinin özneleri arasında 2002’den beri AKP’nin üniversitedeki konumlanışı hakkında bir netlik sağlanamamıştı. Bir dönem AKP-YÖK gerilimleri ile geçerken, yükseköğretim politikalarında AKP etkisi görmezden gelinmişti. Sadece YÖK karşıtlığına indirgenen eylemler düzenleniyordu. Cumhurbaşkanlığı koltuğuna Abdullah Gül’ün oturması, AKP’nin devletin tüm organları üzerinde kurduğu hakimiyetin artması ve Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK başkanlığına getirilmesiyle yükseköğretim politikalarını doğrudan kumanda etmeye başladılar. Bu süreçte hızla bir değişim yaşandı. AKP döneminin ikinci YÖK başkanı da atandı ve artık gençlik hareketinin öznelerinin kafasında en basit haliyle “YÖK eşittir AKP” imgesi oluşmaya başladı diyebiliriz. Öğrenci Kolektifleri’nin de yıllardır ısrarla örgütlediği “AKP karşıtı” çizgi bugün reddedilemeyecek bir zemin oluşturuyor. Öte yandan AKP’nin “Parasız eğitim” yalanını ortaya koyarken gerçekleştirilen eylemler de önemli. Dönem başında parasız eğitim talebinin önemli unsurlarından olan yemekhane zamlarına karşı tüm gençlik örgütleri birlikte mücadele etti, ediyor. AKP’nin saldırılarına YÖK Yasa tasarısı ile bir yenisi daha eklendi. 

Yeni YÖK tasarısını değerlendirebilir misiniz, bu tasarı üniversiteliler ve üniversite açısından neler getirecek? 

AKP daha önce “YÖK kalkmalı” diyordu. Hatta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahi vesayeti eleştiriyordu. Şimdi bu taslakla vesayetin daha da katmerlisi geliyor. Merkeziyetçi yapılar dayatılıyor. Hatta her üniversitenin bir YÖK’ü oluyor. Adını değiştiriyor TYK yapıyor. Türkiye Yükseköğretim Kurumu yapıyor. Eskiden Türkiye’de değilmiş gibi… 

Taslağa gelirsek, sermaye temsilcilerinin üniversiteyi doğrudan yöneteceği bir hal alıyor. Bu tasarı aslında bir sermaye programı. Program sermaye ağzıyla yazılmış. “Kalite”, “rekabet” gibi kavramlar var. En belirgin unsurlardan biri Üniversite Konseyleri. Bu konseylerin içinde “ilin vergi rekortmeni veya üniversiteye en çok bağışta bulunan kişi ya da mezunlar derneğinden bir kişi” de olacak gibi ifadeler var. Yani kodaman iş adamı, devletin temsilcisi ve siyasi yandaş olarak akademisyen; bunların bir araya geldiği konseyler bunlar. İTÜ Mezunları Derneği’nin başkanı bir şirketin CEO’su. İÜ’nün mezun derneği başkanı İÜ eski rektörlerinden Bülent Berkarda… Üniversitedeki uygulamalarından dolayı dönemin gençlik örgütleri Berkarda’ya “Başkomiser” lakabını takmıştı. 

Taslağa göre bazı üniversitelerde rektörlük seçimi yapılacak, bazılarına direkt rektör atanacak bu üniversiteleri neye göre belirleyecekler? 

AKP Eskişehir milletvekili Nabi Avcı bu konuyla ilgili “ İstanbul Teknik Üniversitesi 240 yaşında çok köklü, bütün fonksiyonlarıyla yüklenmiş bir üniversite. Mukabil bizim hemen yanımızdaki Şeyh Edebali Üniversitesi, 10 yıllık bir geçmişi olan bir üniversite, Tunceli Üniversitesi 3-5 yıllık geçmişi olan bir üniversite dolayısıyla tek bir yasayla idare etmek ya İstanbul Üniversitesi'ne ya da Tunceli Üniversitesi'ne veya Şeyh Edebali Üniversitesi'ne haksızlık yapmak anlamına gelir.” diyor. Yani kendi tabela üniversitesine doğrudan rektör atayacak, zaten o üniversite umurlarında değil. Ama İTÜ’de kendi kurumlarını kurup, piyasanın nimetlerini toplayacaklar. Zaten Bilecik’teki üniversite piyasa için İTÜ kadar elverişli değil. 

Sermayenin önceden de üniversitelerde söz hakkı yok muydu? 

Üniversitelerde görünmeyen bir yapı vardı. Teknokentlerle, üniversite sanayi işbirliği çalışmaları çerçevesinde sermayenin üniversitede söz hakları vardı. Bu ekipler şimdi üniversitelerin görünür yüzü olacak hatta bu konseylerle üniversiteleri belirleyen olacaklar. Sermaye temsilcilerinin üniversiteyi doğrudan yöneteceği bir hal aldı. Sermayenin üniversitelerdeki varlığı da giderek artıyor, sermaye Ar-Ge yükünün önemli bir kısmını devlet teşvikiyle üniversitelere yıkıyor. 

Tüm bu gelişmeleri 9 Kasım çerçevesinde değerlendirirsek… 

AKP gericiliği ve piyasalaştırmayı belki de son aşamasına vardırmak istiyor ve tepki duymak istemiyor. Özelikle yeni tasarıyı meclise taşımanın arifesinde gerçekleşecek olan eylem daha da bir önem kazanıyor. Biz 9 Kasım’da, YÖK’te reform olmayacağını, YÖK’te yeni yamalarla sürecin ilerlemeyeceğini, YÖK’ün tamamen kapatılması gerektiğini söyleyeceğiz. Parasız bilimsel anadilde, kamusal eğitimin sağlandığı, söz yetki ve karar hakkının üniversitelilerde olduğu bir üniversite istiyoruz. 

Bir de savaş gündemimiz var. AKP, Suriye’de de emperyalist müdahalenin aktörlüğüne soyunuyor. AKP’nin savaş isteğinin karşısında da gençliğin de barış isteği var. AKP’nin akademisyenleri, halk tarafından kabul görmeyen savaşı haklı göstermek için televizyon programlarını geziyorlar, köşe yazıları kaleme alıyorlar. Yasin Aktay mesela uzun zamandır bu misyonla hareket ederek AKP MYKY üyeliği ile ödüllendirildi. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektörü Sedat Laçiner bu konuda operasyonel çalışıyor. AKP işin içine üniversiteyi de katarak yalanlarıyla halkı savaşa ikna etmeye çalışırken, tezkere ile gençliği savaşa çağırırken gençlik bu oyunu da bozmak için 9 Kasım’da Ankara’da, savaş değil barış istediğini haykırmak zorunda. 

‘Biz bu oyunu bozarız’ 

9 Kasım eyleminin, gençlik hareketinin bugünü için önemi nedir? Ne katacak? Neden Ankara merkezli eylem? 

Çağdaş Ersoy: Aslında gençliğin ve üniversitenin önünde iki tane özel gündem var: Yeni YÖK Yasası ve Suriye’ye dönük emperyalist müdahale. YÖK yasası malum, üzerinde oldukça fazla tartışma gerçekleşti ve akademinin topyekun tasfiyesi anlamına geliyor. Gençliğin de kendi diliyle bu yasaya karşı durması ve akademiyi sokakta savunması gerekiyor. Savaş karşısında ise gençlik mücadelesinin mayasındaki anti-emperyalist tavrı en görünür halinde ortaya çıkartmak da boynumuzun borcudur. Bu iki mesele başta olmak üzere, AKP’nin bu kadar saldırganlaştığı ve pervasızlaştığı bir dönemde, sokakları doldurmak çok önemli. Ankara seçimimizin sebebi, sözümüzü kulaklarının dibinde söylemek. Savaş kararları da YÖK taslakları da Ankara’da hazırlanıyor. Biz de sözümüzü muhatabına söylemek üzere Ankara’da buluşacağız. 

Neden ‘biz bu oyunu bozarız’ diyorsunuz? 

Akademinin tasfiyesi ve neoliberal üniversite modeli için köklü bir dönüşüme ihtiyaç vardı, AKP de bunu YÖK’te ve üniversitelerde yapılacak bir reform ile gerçekleştirmeyi planlıyor. Daha önce de sağlıkta yaşanan dönüşümde başlangıçta hastaya dönük görünürde kulağa hoş gelen düzenlemeler yapıp bir yandan doktorlar güvencesizleştiriliyordu. Doktor ile hasta karşı karşıya bırakılmıştı. Benzer biçimde üniversitede de akademisyen ve öğrenciyi karşı karşıya getirip bölüp parçalayarak bertaraf etme girişimi söz konusu. Şimdi öğrencilere yönelik popülist girişimler olurken akademisyenleri güvencesizleştiriyorlar. İşte tam da bu yüzden biz bu dönem “bu oyunu bozarız” sloganını kullanıyoruz. Birinci öğretimde harçlar kaldırıldığında, ikinci öğretimde de harçların kaldırılması için mücadeleyi tırmandırmamızla beraber AKP’nin harç oyunu yarım kalmış, harçların kaldırılmasından ziyade ikinci öğretimlerin harç ödemesinin adaletsizliğinden bahsedilir olmuş, AKP’nin harç oyunu eline yüzüne bulaşmıştı. Bizim YÖK taslağında da iddiamız benzer şekilde oynanan oyunu bozmak ve süreci tersine çevirmek. Üniversitenin kürsüsünü kurup, üniversitelerimizi savunup, bu YÖK Reformu oyununu bozmak.

İTÜ’de akademisyenler direnişte, üniversitelerde öğrenciler eylemler yapıyor, Bilgi’de üniversite işçileri direnişte yani üniversitenin neredeyse tüm özneleri sokakta ama kapsayıcı bir ifade yok. Buna dair ne düşünüyorsun? 

Tüm bu direnişleri kapsayabilecek talep “kamusallık” diyebiliriz. Üniversite alanının tümüyle yağmaya açılmasına karşı üniversitenin “özünde” yer alan kamusallığı savunmak çok doğal bir refleks. Bu tepkilerin kendisini ifade ettiği merkezi bir siyasal hareketlenmenin 9 Kasım’da provasını yapmaya çalışacağız. 

Her üniversiteye birer YÖK 

Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nı değerlendirebilir misiniz? 

İsmet Akça: Güya merkezi YÖK’e karşı yapıyorlar ama her üniversitede YÖK üretiyorlar, YÖK’çükler kuruluyor. Üniversite yönetimini üniversite konseyi gibi 11 kişilik bir ekibe vermeye buraya sermayedarları ve hükümetten kişileri sokmaya çalışıyorlar. Mali özerklik adı altında üniversiteyi şirketleştiriyorlar. 

En önemlisi üniversite öğretim elemanlarının iş güvencesini ortadan kaldırıyorlar. Tasarıyla yardımcı doçentleri ve hatta doçent ve profesörlerin bir kısmını sözleşmeli personel yapmaya çalışacaklar. Araştırma görevlileri ve asistanlar için de ‘proje araştırmacısı’ gibi tanımlar kullanıyorlar. 

Projeleri, “ticari karşılığı olan projeler” olarak tarif ediyorlar. Proje bulabildiğiniz sürece ve proje sürecinde üniversitede kalabilirsiniz ya da doktoranızı bitirince üniversitede en fazla iki yıl kalabilirsiniz; sonra da güle güle. Yardımcı doçent olmak için norm kadro diye bir şey ortaya atıyorlar. Mevcut kadrolu akademisyenlerin yüzde 5’i kadar bir kadro ayrılıyor ve bu yetersiz. Yani “Doktoranı bitir ve işsiz bir şekilde dolaş” diyorlar. 

‘Kürsüyü ticarethane ile karıştırmayalım’ 

Yeni YÖK Yasa Tasarısı araştırma görevlileri açısından ne getiriyor? 

Gonca Tohumcu: Performans, özerklik gibi şeyler diyorlar. Proje destekleme birimimiz var bizim. Sempozyuma katıldığımızda yurt dışında yol ve barınma masraflarımızı oradan alıyoruz. Yeni bir kural geliyor. Yılda en az bir hakemli dergilerde yayın yapana destek verilecek. Bu tamam teşvik edici ama bir yılda bir yayın bir sempozyum demek, akademisyenlerin “Ali zil çaldı, okula koş” diye yazıp göndermeye başlaması demek. Bilim yapıyorsak bir yılda iki iş çıkarmamalıyız. Burada bir kopukluk var demektir. Bu uygulama yandaşlığı güçlendirir. Şöyle ki; bir arkadaşın bir sempozyum yapıyor ve senin bildirini yayımlıyor. Yoksa televizyon izleyip, birkaç makale okuyup, kapanıp bir yerde 2 hafta makale yazmak... Bu değil bilimsellik. 

Akademisyenin görevi ne? 

Akademisyenin bir duruşu olmalı. Eski İTÜ Rektörü Mustafa İnan’ın bir sözü var: “Kürsüyü ticarethaneyle karıştırmayın olur mu çocuklar!” diyor. Bunu kafaya kazımak lazım. Bilimi seven kendinden sonraya insan yetiştirir. Ticaret heveslisi olmaz. Hem aydın entelektüel kimliği olmalı hem de özgün bir duruşu olmalı. Ama tabii bu duruş sadece facebook’ta sergilenmemeli. 

Üniversitenin yaşam mücadelesi 

YÖK Yasa Tasarısı akademisyenlerle ne zaman paylaşıldı? 

Meryem Kıroğlu: Yeni yükseköğretim yasa taslağı olarak tartıştığımız “Yeni bir yükseköğretim yasasına doğru” başlıklı metin ilk olarak 16 Eylül de YÖK Başkanı’nın Anadolu Üniversitesi’nin açılışındaki konuşmasıyla gündeme geldi. Anadolu Üniversitesi Rektörü’nün öğretim üyelerine göndererek görüşlerini bildirmeleri istemesiyle bu taslaktan haberimiz oldu. Diğer üniversitelerin bazılarında hiçbir görüş sorulmazken bazılarında ise taslak gönderilip 3-5 gün içerisinde görüş bildirmeleri istendi. Dolayısıyla bu yasa tasarısına ilişkin öğretim üyelerinin görüşlerinin alındığını söylemek doğru değil. 4+4+4’te olduğu gibi asıl muhatapların, akademisyenlerin, üniversite çalışanlarının ve öğrencilerin fikirleri alınmadan bu yasa da oldubittiye getirilmek isteniyor. 

Üniversiteleri neler bekliyor? 

Akademik çalışmaların piyasaya yönelik yapılması, öğrencilerin müşterileştirilmesi ve üniversite çalışanlarının, akademisyenlerin, idari personelin esnek istidam biçimlerinde çalıştırılarak sömürülmesi “yasal” hale gelecek. Büyük devlet üniversiteleri “üniversite konseyi” adındaki mütevelli heyetleriyle yönetilecek. Ders programlarından akademisyenlerin ücretine kadar her şeyi bu heyet belirleyecek. Dolayısıyla üniversitede insan, toplum ve doğa yararına bilimsel çalışma yapmak mümkün olmayacak, tamamen piyasanın ihtiyaçlarına göre yapılacak. 

Devlet ve vakıf üniversitelerinin yanında özel/şirket üniversiteleri kurulacak, yabancı üniversitelerin kurulmasının önü açılacaktır. Özel üniversitelerin kurulması ile vakıf üniversiteleri özel üniversitelere dönüşecektir. Bilgi üniversitesinde yaşananlar bu süreçte olacaklara iyi bir örnektir. 

Üniversitelerin eğitim, araştırma ve toplumsal hizmet üniversiteleri olarak farklı alanlarda uzmanlaşmaları öngörülüyor. Böylece bazı üniversiteler meslek yüksek okuluna, bazıları araştırma şirketlerine, bazıları ise “toplumsal hizmet” adı altında sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hizmet veren okullara dönüşecektir. Böylece öğrencilerin eleştirel, nitelikli bilimsel eğitim hakları ellerinden alınmış olacaktır. Üniversitelerin bu şekilde parçalanması üniversitenin üniversite olmaktan çıkması demektir. 

Aynı taslak incelendiğinde hem akademik gelişim hem de çalışma rejimi açısından akademisyenleri neler bekliyor? 

Öğretim üyeliğin başlangıcı olan araştırma görevliliği ya da asistanlığın yasa taslağında adı dahi geçmiyor. Bunun yerine “proje araştırmacısı” ve “doktora sonrası araştırmacısı” olarak tanımlanıyorlar. Genç bilim insanları, geleceğin öğretim üyeleri olarak yetiştirilmek bir yana projelerle bağlantılı sözleşmeli çalışan, hiçbir güvencesi olmayan geçici personel olarak istihdam edilecek. Proje bittiğinde işten atılacaklar ya da doktora sonrasında iki sene daha çalıştırıp atılacaklar. İTÜ’de şu anda bunun provası yapılıyor. 8 asistan arkadaşımız atılmış 82 asistan arkadaşımızın atılma kararı verilmiştir. Bu arkadaşlarımız Maslak Kampüsü’nde Rektörlüğün önünde kurdukları çadırda direnişteler. 

Sadece araştırma görevlileri değil yardımcı doçentler de tamamen sözleşmeli hale gelecek. Doçent ve profesörlerin de bir kısmının sözleşmeli olması öngörülüyor. Yasa taslağında açıkça yazıldığı gibi akademik personel için, kalıcı kadrolar dışında esnek çalışma modeli benimseniyor. 

Akademik yükseltmeler performansa dayalı olacak. Performans ise akademik başarı puanlarıyla hesaplanacak. Bugün de uygulandığı gibi bilimsel çalışmaların niteliği değil niceliği önemli olacak ancak bunun da ötesinde insan, toplum, doğa yararına bilimsel çalışmalar değil piyasaya yönelik, üniversiteye gelir getirici projeler yapmak akademik başarı sayılacak. 

26 sayfalık taslağın 16 sayfasının rektörlük seçimleri ve yönetim aygıtları üzerine olduğunu görüyoruz. Üniversiteliler kendi kendilerini yönetme iradesini gösteremiyorlar mı da bu kadar yoğun bir biçimde yönetim ile ilgili hükümler getiriliyor. Bunun nedeni nedir? 

YÖK’ün kaldırılacağı söyleniyordu ancak yasa taslağında görüldüğü gibi YÖK kaldırılmak bir yana baskı ve denetim aracı olarak daha da güçlü bir şekilde korunuyor. Üniversiteler elbette kendilerini yönetme iradesi gösterebilirler, göstermelidirler ancak tam da bunun olması istenmediği için rektörlük seçimleri üzerinde bu kadar yoğun duruluyor. Ayrıca üniversitenin tek konusu rektörlük seçimleri değildir biraz da bu konu ön plana çıkarılarak diğer konular gözden kaçırılmak isteniyor sanıyorum. Zaten rektör nasıl belirlenirse belirlensin üniversiteyi yönetecek asıl karar alıcı üniversite konseyleri/mütevelli heyetleri ya da YÖK olacak. Dolayısıyla böyle bir sistem içinde aslında rektörün nasıl belirlendiği çok da önem taşımıyor. 

Akademide, "Ben bilimsel çalışmalarıma bakarım, yönetim işleri beni ilgilendirmez" diyenlere sıkça rastlanır. Taslakta sanki böyle düşünen akademisyenlerin onaylayabileceği bir yön var. Gerçekten bilimsel araştırma yapmak isteyenlerin önünün açılması bu taslakla mümkün mü? 

“Yönetim işleri beni ilgilendirmez” diyen akademisyenler maalesef bu tasarının yasalaşmasıyla birlikte kendilerini ne kadar ilgilendirdiğini göreceklerdir. Bu yasanın çıkmasıyla birlikte esnek istihdam edilen, piyasaya yönelik gelir getirici çalışmalar yapma, performans sistemi ve akademik başarı puanları toplama baskısı altında akademisyenler istedikleri akademik çalışmaları yapamayacak, piyasaya yönelik gelir getiren çalışmalar yapmıyorlarsa akademide var olamayacaklardır. 

Gerçeği araştırmak, araştırma sonuçlarını toplumla paylaşmak ancak akademik özgürlükle ve akademik özgürlüğün kamusal güvenceye bağlanmasıyla mümkün olabilir. Akademik özgürlük, siyasi otoriteden ve kapitalist işleyişten özerkliği gerektirir. Dolayısıyla taslağın bu haliyle yasalaşmasıyla birlikte zaten zor olan özgür bilimsel araştırma yapmak imkansız hale gelecek. 

Peki ne yapmak gerekir? 

Uzun süredir üniversiteler dönüştürülüyordu ve uygulamada yasa ile getirilmek istenenlerin birçoğu çoktan hayata geçirilmişti. Ancak şunu görmek gerekir; bu yasa ile bugüne kadar yapılanların ötesinde bir tabloyla karşılaşacağız. Akademisyenler güvencesiz çalışma koşullarında, özgür ve bilimsel çalışmalar yapamayacaklar. Ama daha da önemlisi toplum, doğa ve insan yararına bilimsel çalışmalar da yapamayacaklar. Onur Hamzaoğlu, Beyza Üstün ve Büşra Ersanlı gibi pek çok değerli akademisyen her türlü baskı ve yıldırma yöntemiyle engellenmeye çalışılsa da insan toplum doğa yararına çalışmalar yapıyor ve çalışmalarını toplumla paylaşıyor. Yeni yasayla birlikte bu tür çalışmaları yapma koşulları baştan ortadan kaldırılacak, bu tür çalışmalar yapmak isteyen akademisyenler üniversitelerde var olamayacak. Bu çerçevede üniversitelerin sorununun aslında sadece üniversitede çalışanları değil asıl olarak bütün toplumu ilgilendirdiğini açıkça ortaya koyarak toplumun desteği alınmalıdır. Üniversite bileşenlerinin birlikte mücadele etmesi gerekir çünkü bu mücadele aslında üniversitelerin yaşam mücadelesidir.

Business News